UNUTMAK İSTEDİĞİM İŞKENCELER

Hem kendi haklarını korumak hem de EKREM İMAMOĞLU’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığını desteklemek amacıyla meydanlara inen öğrencilerin polis şiddetiyle karşılaşması ve bir kısmının tutuklanıp işkenceden geçirilmelerine ilişkin haberler, beni gençlik günlerime, 12 Mart 1971 askeri darbesini izleyen dönemde bir grup arkadaşımla birlikte yaşadığımız dört güne götürdü.

O dört günde gördüklerim, yaşadıklarım, tanık olduklarım beni ulusumuz, güvenlik güçlerimiz, tarihimiz ve devletimizin geleceği adına öylesine etkiledi ki, içine düştüğüm karamsarlıktan çok uzun süre kurtulamadım.

O günlerde yirmi sekizinci yaşımdaydım. Evliydim ve üç çocuğumuz vardı. Sekiz yıl ilkokul öğretmenliğinden sonra İstanbul Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümüne yatılı öğrenci olarak girmiştim. Sınıf ve okul öğrencisi arkadaşlarımdan sekiz yaş kadar büyüktüm. Bu nedenle ben onları küçük kardeşlerim, öğrencilerim ya da çocuklarım gibi görürdüm, onlar da bana “ağabey, “hocam” derler, önerilerimi, eleştirilerimi saygıyla karşılarlardı.

1971 yılı bahar ve yaz ayları toplumsal huzur ve güvenlik bakımından çok kötü geçiyordu. Kimi devrimci gruplarla sağcı gruplar arasında kanlı çatışmalar oluyordu. Karşıt görüşlü öğrenciler arasındaki bu çatışmalardan başka, devrimci gençlerle jandarma arasında da sık sık kanlı çatışmalar oluyordu.

O günlerin ünlü devrimci gençlerinden Sinan Cemgil ve iki arkadaşının, köylüleri ayaklandırıp devrim hareketini başlatmak amacıyla gittikleri Nurhak dağlarında bir muhtarın ihbarı sonucu vuruldukları söyleniyordu. Cenaze töreni tarihsel bir sürecin fotoğrafı olacaktı ve ben o ana tanık olmak için okulumuzdan giden bir gruba katılarak tören yerine gitmiştim. Caminin avlusundaki kalabalığın yarısı sivil ve resmi polislerden oluşmuştu.

Ertesi gün akşam üstü birkaç arkadaş okulun kantininde çay içerken bir grup polis kantine girerek kimlik kontrolü yaptı ve adları ellerindeki listede yazılı öğrencileri toplayıp bahçedeki otobüse tıktı. Birkaç dakika sonra bir polis kantine dönüp beni ve birlikte çay içmekte olduğunuz arkadaşları da otobüse davet etti. Kalkıp yürüdük. Biz de binince otobüs hareket etti.

Listede adım yazılı olmadığı halde beni de alma gereğini duyan polis memuru
birkaç dakika sonra yerinden kalkıp yanıma geldi ve “Dünkü cenazede senin yanındaki arkadaşların kimlerdi?” diye sordu. “Benim yanımdaki kimseleri hatırlamıyorum. Yanımda tanıdık kimse yoktu.” diye yanıtladım.

Polis, “Hatırlamıyor musun? Öyleyse karakola gidince biz sana güzelce hatırlatırız.” diye sırıttı manidar bir edayla.

Gayrettepe’deki tek katlı birkaç binadan oluşan karakola vardığımızda hava kararmış, gündüz mesai saati sona erdiğinden bizi getiren polislerce arabadan topluca indirilmiş ve gece mesaisine çoktan başlamış olan arkadaşlarına ellerindeki listeyle birlikte teslim edilmiştik. Bu acele devir teslimde yirmiye yakın arkadaşımızın adları yazılıydı ama benim ve birlikte çay içmekte olduğumuz üç arkadaşımın neden tutulup karakola getirildiğimize dair ortada bir bilgi yoktu.

Gecenin nöbetçi polisleri bizi büyük bir odaya sokup duvarların dibine tek sıra dizdiler, kız arkadaşlarımızı da başka bir odaya götürüp kapattılar. Sonra listedeki isimleri tek tek sorgu odasına göndermeye başladılar.

Sorgu odasına gidenler beşer onar dakika sonra teker teker büyük odaya dönüp duvar diplerindeki yerlerine dimdik yerleştiler. Hafif tertip tartaklandıkları anlaşılıyordu. Listedeki son isim de çağırılıp gidince benim adımın yazılı olmadığı anlaşıldı. Böylece ben de o küçük odaya postalandım. İçeri girer girmez bir çift el yakama yapışıp beni iki duvarın birleştiği köşeye itekledi ve nefret dolu bir sesle haykırdı:

“Söyle bakalım, sen kimsin, nesin, nerelisin? Neden buradasın?”

Gayet sakin bir sesle konuşmaya başladım “Adım Remzi Kısa, Balıkesir, Gönen, Kocapınar köyü doğumluyum.”

Sözümü tamamlayamadan, arkadan bir el uzanıp beni sorgulamaya çalışanın omuzuna yapıştı, kendine doğru çekti, emreden bir ses tonuyla, “Dokunma ona!” diye bağırdı. Sonra bana bakıp

“Vay Remzi Hocam, ne işiniz var burada?” diye sordu.

“İstanbul Eğitim Enstitüsü’ndeyim. İki yıldır Türkçe bölümünde öğrenciyim.” Okulun kantininde üç kız arkadaşla birlikte çay içmekteyken arkadaşlarınız ellerinde bir liste ile okula geldiler. Aradıklarını bulunca alıp gittiler. Birkaç dakika sonra bir polis dönüp kantine girdi; beni ve birlikte çay içmekte olduğum üç kız öğrenciyi alıp otobüse bindirdi. Sonuçta buraya getirildik. Aynı masada birlikte çay içiyor olmaktan başka bir neden göremiyorum. Onlar şu anda buradaki odalardan birindeler. Onları sana emanet ediyorum.” Dedim.

Sağ olsun, başını “Olur!” anlamında hafifçe sallayıp çıktı. Sorgucu polisler beni arkadaşlarımın yanına götürüp bıraktılar.

Polis Recep Beyle bir rastlantı sonucu, Kocapınar köyünde, birlikte öğretmenlik yaptığımız İlhami Şen adlı müşterek arkadaşımız vesilesiyle tanışmıştık. Recep, arkadaşı İlhami öğretmenimizi ziyarete gelmiş, ben de onları öğle yemeğinde kuru ekmek-acı soğan ziyafetine davet etmiştim. Geçmiş hukukumuz bundan ibaretti. O yemekten sonra Recep Beyle bir daha karşılaşmamıştık.

Büyük odaya can sıkıntısıyla döndüm. Çünkü ilk sorgulamada arkadaşlarımın tümü tartaklanmış, tokatlanmış oldukları halde bana bir fiske bile vurulmamıştı.

Arkadaşlarımın bu durumda neler düşündüklerini hiç öğrenemeyecektim…

Duvar diplerinde tek sıra, yan yana, dimdik dizildiğimiz büyük odada, nöbetçi polislerin oturduğu birkaç tahta sandalye ile üstü kontrplak kaplı kocaman bir masadan başka hiç eşya yoktu. Duvar dibinde tek seçeneğimiz dimdik yakta durmaktı. İnsanların uzun süre böyle bir duruşa zorlanmasının düpedüz işkence olduğunu hiç duymamış ve düşünmemiştim. Bunun ne kadar süreceğini bilemiyordum. arkadaşlarım belki yarım, belki bir saat sonra yorgunluğa yenik düşerek birer ikişer çömelmeye ve öylece uyuklamaya başladılar.

Bunun üzerine polislerden biri kükrercesine haykırdı:

“Çömelip uyuma iznini kimden aldınız ulayyynnn, Haydi kalkıp sıraya dizilin!”

Yorgunluktan çökmüş, çömelmiş olanlar korkuyla fırlayıp ayağa kalktılar. Çömelmeler birkaç dakika sonra yeniden başlayınca nöbetçi polislerden biri dışarıdaki arkadaşlarına seslenip göreve (!) çağırdı:

“Gelin de bunlara uyanık kalma eğitimi verelim.”

Eğitim görevi için içeri gelen arkadaşlarıyla birlikte yan yana dizilip kovboy filmlerinden öğrendikleri bir zulüm çemberi oluşturdular. Çembere en yakın öğrencilerden birini çekip ortaya aldılar ve onu itip kakmalarla, tekme, yumruk ve tokatlarla birbirlerine ikram etmeye başladılar.

Arkadaşlarımızın yarıya yakınını uyanık kalma eğitiminden geçirdikten sonra dışarıdaki dinlenme görevlerine döndüler. Bulunduğumuz odada yalnız nöbetçi memurlar kaldı.

Gece hayli ilerlemiş, şafak vakti yaklaşmıştı. Bu arada uzun süre ayakta durma işkencesine katlanamayan kimi öğrenciler birer ikişer çömelip beton zemine uzanmaya başlayınca, nöbetçilerden biri arkadaşlarına yüksek sesle bir öneride bulundu:

“Bu öğrencilere bu eziyet yeter de artar bile. gelin biz bu insanlara biraz dinlenme fırsatı verelim. Bir kısmı şu ortadaki masaya yaslanıp az da olsa uyuklayıp dinlensinler. Ne dersiniz?”

Bunu duyan öğrenciler bir anda adeta fırlayıp masanın çevresine yığıldılar. Masanın yüzeyi bütün öğrencilere yetecek kadar geniş değildi. Gövdelerinin üst yarısını masaya yaslayıp yer kapma yarışını kazananlar yarıdan fazlaydı. Kaybedenler duvar diplerine dönüp beton zemine uzanmış ya da yere çömelip sırtını duvara dayamıştı.

Aradan kısa bir süre geçip horultular başlayınca bir nöbetçi polis usullacık sandalyesinden kalktı ve sessizce masaya yaklaştı. Masanın yüzeyinde dikkatle boş bir alan araştırdı; bulunca elindeki lastik copu havaya olabildiğince kaldırıp kontrplak yüzeye şiddetle vurdu. Uyuyanların kulaklarının içinde sanki toplar patlamıştı! İnsanlara böyle bir korkunun yaşatılabileceğini ve onların da buna tarifsiz korkunç çığlıklarla tepki verebileceklerini daha önce duymamış, yaşamamıştım.

Odadaki çığlıklar ve panik yatıştıktan birkaç dakika sonra yaşlıca bir polis içeri girdi ve bize bunları yaşatan nöbetçi memurları şiddetle azarladı. “Nöbeti devralıyorum. Ben burada iken hiç kimsenin kılına dokunulmayacak. Haydi def olun, gidin!” diye bağırdı.

Nöbetçiler bombozuk, “Efendim biz emir kuluyuz.” diye kendilerini savunmaya kalkışınca da “Ulan, uyguladığınız emrin de, o emirleri verenlerin de, sizin de…” diyerek hepsini kovdu. Şafak sökmek üzereydi.

Sonunda gece bitti. Yeni gün başlayınca bizi yine bir otobüse tıkıştırıp Sirkeci’deki “Sansaryan Han” adlı binaya götürdüler. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bir bölümü bu binada çalışıyordu.

Sansaryan Han, çok katlı, çok geniş bir handı. Yanlış hatırlamıyorsam, en
üst kata çıkarıldık. Uzun bir koridorun iki yanında sıralanmış bürolardan biri önüne yığıldık. Başka büroların önünde de birçok kişi vardı ve büroya girmek için sıralarını bekliyorlardı. İçeri girip çıkanların hallerinden burada eziyet görmedikleri, adres, kimlik v.s. sıradan sorulardan sonra odanın dışına çıkarıldıkları anlaşılıyordu. Bizim grubumuz kalabalık olduğu ve ben de listemizin en sonunda bulunduğum için orada uzun süre bekleyeceğim açıktı. Çevremle ilgilenmeye başladım.

Bana herhangi bir suç yüklenmiş bulunmadığından olacak sakin bir halim vardı. Bir ara uzun koridorun bir ucunda kucağında çok zayıf bir kız çocuğu taşıyan bir polis belirdi; yüzünden derin bir acı dökülüyordu. Önümden geçerken:

“Geçmiş olsun memur bey, kızınız hasta mı?” diye sordum. Adam beni oradaki memurlardan biri sanmış olacak ki “Yok, yok, bu benim kızım falan değil, İlkay Demir adlı meşhur devrimci. Yürüyemediği için tuvalete götürüyorum.” dedi ve geçip gitti. Sonradan İlkay’ın eşi Necmi Demir’in de orada işkence görmekte olduğunu duyacaktım…

En üst kattaki işlemlerimiz bitince en alt kattaki büyük tecrit odalarından birine indirildik. İçeride iki yüz kişiye yakın bir kalabalığa katıldık. Neredeyse her yaştan, her baştan kimselerden oluşan böyle bir kalabalığın içinde hiç bulunmamıştım. Yapabileceğim tek şey onların tecrübelerinden yararlanmaktı: Beni “Geçmiş olsun.” diye kibarca karşılayan bu kişiye ben de “Teşekkür ederim. Size de geçmiş olsun.” dedim.

Beni duvar dibindeki ambalaj mukavvasından mamul mekanına davet eden bu iyi insanın yanına oturup hemen söze girdim.

“Ben ve arkadaşlarım dünden beri çok yorgun, aç ve susuzuz. Tuvalete gitmemiz gerekiyor. Bize yol gösterebilir misiniz?”

O burada bize göre tecrübeli ve kıdemli olan insan tam bir dayanışma bilinciyle yardımcı oldu. Demir parmaklıklı büyük kapının ardında duran bir polisten rica ederek yeterince peynir ekmek almamızı sağladı. Suyumuzu tuvalet musluklarından kana kana içebildik ve ambalaj mukavvası yataklarında kısa sürelerde nöbetleşerek yatarak da olsa huzurla uyuyabildik. Adını hatırlayamadığım o insana şükran borcumu ödeyebilmek isterdim…

Sabah olup mesai başlayınca bizi tecritten çıkarıp aynı kattaki bir koridorda karşılıklı sıralanmış küçücük sorgu odalarının önüne dizdiler. Biraz bekletildikten sonra içeriye alındık. Benim alındığım odada üzerinde daktilo bulunan bir masa ile bir tahta sandalye, sandalyede oturan bir katip polis, onun solunda elinde cop yerine kızılcık sopasıyla ayakta duran bir polis vardı. Ben içeri girince sakin ve saygılı bir sesle,

“Günaydınlar efendim.” dedim.

Anlaşılan bu odada böyle selamlar duyulmuyordu ki birbirlerine ve bana şaşkın şaşkın baktılar. Katip memur “Kimsin, nesin, nerelisin… ” yollu soruları sordu, söyledim, yazmaya koyuldu.

Bu sıra çevremizdeki odalardan çığlıklar, anaya avrada, soya sopa geçmişe geleceğe hürmet arzları yükselmeye başladı. Ben, şaşkın ve meraklı bir eda ile : “Affedersiniz, ne oluyor böyle?” diye sormak gereğini duydum. Yazıcı memur; “Merek etme, şimdi anlarsın.” dedi dedi ve sordu:

“Okulunuzun duvarlarına TEK YOL DEVRİM sloganı yazılmış. Kimin yazdığını biliyor musun?”

“Bilmiyorum efendim.” dedim.

“Neden bilmiyorsun?” diye uzattı sorusunu? Sakince anlattım:

“Efendim, ben İstanbul Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünde  ikinci sınıf yatılı öğrencisiyim. İyi bir öğrenciyim. Yirmi sekizinci yaşımdayım. Evli ve üç çocuk babasıyım. Kendi köyümde ilkokul öğretmeni iken aileme daha iyi bir hayat sağlayabilmek için ortaokulu ve lisesi bulunan bir yere geçmem gerektiğini fark ettim ve İstanbul Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümü giriş sınavına girdim. Yatılı öğrencilik hakkını bazandım. Yani geleceğimize dair bir planım, beklentim var ve zamanımı, enerjimi bu yolda kullanmayı doğru buluyorum. Soruşturmanıza konu olan alana  ilgisizliğimin nedeni budur.”

Bu sırada çevredeki sorgu odalarından ana avrat, sülale, soy sop gibi adreslere sinkaflı  çığlıklar  yükselmeye başlamıştı. Sakin ve meraklı bir ses tonuyla

“Affedersiniz, böyle bir ortamda ilk bulunuşum bu; ne oluyor, bu  duyduklarımız nedir?”

Yazıcı polis, alaycı bir ifadeyle “Şimdi anlarsın.” dedi ve eli sopalı arkadaşına “Soru sırası sende.” anlamına gelen bir el işareti yaptı. Sopalı memur,  canı çok sıkılmış bir  eda ile bana baktı.

“Benim biraz öncekilere katabileceğim bir sözüm yok. Buyurun siz başlayın.” diyerek kollarımı uzattım.

Üzerimde kısa kollu bir gömlek vardı. Kollarım parmak uçlarımdan dirseklerime kadar çıplaktı. Daha önce böyle bir  deneyimi hiç yaşamamıştım. Bu nasıl bir işti, kaç sopa vurulacaktı; tepkim ne olacaktı?

Adam kızılcık sopasını omuzu hizasına kadar kaldırıp indirerek sağ elimin orta parmağının ucundan dirsek bükümüne kadar sol koluma boydan boya mosmor, yakıcı bir iz bıraktı. Sonra aynı işlemi  bir sola bir sağa olarak eşitçe, aynı tempoda sürdürdü. Sağ elim kırk birinci ikramı kabul etmek üzereyken kolum isteğim dışında geri çekildi ve sopa boşa gitti.

“İşiniz güçleştirdim, özür dilerim; isteyerek  olmadı; buyurun devam edin.” diyerek kolumu tekrar uzatım.   Ellerim iyice uyuşmuş,  vuruşları adeta hiç hissetmez olmuştu. Ellişer kadar sopa vuruşundan sonra bir kez daha söz istedim.

“Konuşabilir miyim?” dedim. Sopacım apaçık  bir ümitle:

“Ha şöyle be! haydi kimlerin yazmış olabileceğini söyle de hem sen kurtul hem biz kurtulalım!” dedi.

Ben yine samimi ve sakin bir sesle:

“Önce bir şey soracağım. Evli misiniz, çocuklarınız var mı?”

“Evet, var.” dedi beni konuşturmaya çalışan memur.

DEVAMI GELECEK.

Bir Yorum Yaz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir