BİR BASTON, BİR NANKÖR KEDİ…

Bin dokuz yüz elli dört yılının yirmi üç nisanıydı yanlış anımsamıyorsam. Kocapınar Köyü İlkokulu’nun öğrencileri olarak ulusal bayramımızı kutlama töreninde okuyacağımız şiirleri günler öncesinden ezberlemiş, bayram sabahı daha güneş doğarken okul bahçesinde toplanıp törenin son hazırlıklarını gözden geçirmiştik. Öğretmenlerimiz de, biz de gözle görülür bir heyecan içindeydik.

Vakti gelince, çocuk seslerimizle marşlar söyleyerek yürüyüşe geçtik. Ellerimizdeki, bayrakları, pankartları sallaya sallaya, olabildiğince uygun adım yürüyerek köyün ana caddesinde bir tur atacak, sonra köy meydanında toplanıp ulusal egemenliğimizin otuzuncu yılını kutlayacaktık.

Biz marşlar söyleyerek bir kahvehanenin önünden geçerken, köyümüzün yabancısı olduğu her halinden belli, sakallı, takkeli, cübbeli, orta yaşlı bir biri, boynuna asıp kucağında taşıdığı kocaman bir kitap torbasıyla ayağa kalkarak öfkeyle bağırıp çağırmaya başladı: ”Bu nasıl iş ey cemaat-i müslimin? Müslüman memleketinde iki bayramdan başka bayram mı olurmuş? Sizler hepten yoldan çıkmışsınız. Din elden gitmiş. Sizler, hepiniz cehennemde cayır cayır yanacaksınız…” Ve daha bunlara benzer tehditler savurmaya devam etti. Biz Kahvehanenin yanından kırk elli adım kadar uzaklaşmıştık ki arkadan bir gürültü yükseldi. ister istemez dönüp baktık, Ali Bey dedem, o halim selim, o sakin insan, bastonunu kaldırıp kaldırıp o yabancının sırtına vurmuyor mu? Bir yandan da öfkeyle bağırıyordu: “Ulan deyyus, ulan pezevenk, arkalarından sövüp saydığın cumhuriyet kurucuları Yunan’ı bu topraklardan kovmasaydı şu minarenin yerinde şimdi çan kulesi olmayacak mıydı? Seni deyyus, Seni Yunan dölü, Seni nankör kedi…”

Biz yürüyüşümüze devam ettik, turu tamamladık ve tören alanındaki yerlerimizi aldık. Konuşmalarla, şiirlerle ulusal egemenliğimizin otuzuncu yılını kutladık. Sonra günler, aylar yıllar geçti, biz kutlamalara devam ettik, Ulusun ve egemenliğin ne demek olduğunu anlamadan ve anlatmadan. Uluslaşmak ve egemenleşmek için gerekenlerin neler olduğunu hiç düşünmeden…

Aradan yıllar geçti. Bin dokuz yüz altmış beş yılında bir gün bizim köylü genç bir çocukla karşılaştım. Öğrenci olduğu her halinden belliydi. Kendisini görmekten memnun olduğumu, okuyor olmasından sevinç duyduğumu söyledim. Düşmanca bir edayla: “Yerinde olsam sevinmezdim.” Dedi. Neden, diye sordum. Gözümün içine kinle bakarak: “Bizi öyle yetiştiriyorlar ki otuz – kırk yıl sonra bu memleketin öğretmenleri, hakimleri, savcıları, kaymakamları, valileri biz olacağız ve sizin gibi düşünenlerin analarını s… “ diyerek bu günlerin geleceğini daha kırk altı yıl önce bağıra çağıra haber verdi. Elbet inanmadım, inanmak istemedim ama işte sonunda geldiğimiz yer… Ali Bey dedemin vaktiyle bastonla ıslah etmek istediği o nankör kedi, azim ve kararlılıkla köy köy, kasaba kasaba, yurt yurt dolaşarak soyunu çoğaltmış ve nihayet amacına ulaşmıştı. Amacı ne miydi nankör kedinin? Elbet halka söylediği şeyler değil! Öyle olsa idi eğer, laikliğe saldırırmıydı, bir mezhebin bir tarikatını iktidar yapıp başka inançları tu kaka ederek düşman ilan eder miydi? Müslümanları bombalayan uçakların bizim topraklarda eğitilmesini, bizim topraklarımızdan havalanmasını destekler miydi? Emperyalistlerin Ortadoğu petrol alanını yağmalamalarına destek olur muydu?

Dedem de, bastonu da sizlere ömür. Nankör Kedi ise egemen! Hem de Kocapınarlıların yarıdan fazlasının desteğiyle. Egemen olmak için haklı olmak gerekmiyor. Başka şeyler gerekiyor. Neler gerekiyor? …

Bir Yorum Yaz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir